Beşyüz yılda devlet bürokrasisinde sadece bir konuda "ilerleme" kaydetmişiz; ahlaksızlık, yüzsüzlük ve rüşvet!
Bugün olduğu gibi rüşvet ve ahlaksızlıkta sınır tanımayan, Sultan Süleyman’ın Sadrazamı ve damadı Rüstem, (1500-1561) bütün atama, kabul, ziyaretçi, imar, yol, liman, ticaret ve her türlü imparatorluk işini rüşvete bağlamıştı…
Devletteki her işlemin bir resmi narhı, bir de rüşvet cetveli vardı… Narh devlete, rüşvet Rüstem’in depolarına giderdi.
Devlet, Rüstem’in umurunda bile değildi.
O sadece alacağı rüşveti düşünür, memleket işlerini ve bürokrasiyi alacağı rüşvete göre tasarımlardı.
İmar planı, SİT Alanı, güzel sanatlar, teknoloji vb. kavramlar Osmanlı’nın ilgi alanı dışındaydı.
Bugün olduğu gibi ülkenin kültür değerleri, yabancılara peşkeş çekiliyordu…
"Taş yığını, kafir kalıntısı&rdrdquo; denilen heykel ve eserlerin ufak-tefek hediyeler (!) karşılığında Batılı ülkeler tarafından yağmalanması serbestti…
Şayet bölgenin birine beylerbeyi atanacaksa, Rüstem, önce o bölgenin zenginliğine bakar, ona göre bir rüşvet tarifesi uygulardı…
Haliyle beylerbeyliği makamına rüşvet vererek gelen adam da bölgeyi haraca bağlar, bütün bürokratik işlemlerden rüşvet alır, devlet çürür, millet bir lokma ekmeğe muhtaç edilirdi.
Banka yoktu…
Rüşvetten gelen her neyse öyle lalettayin kutulara değil, duvarda açılan gizli-kamuflajlı dolaplara doldurdu…
Çürümüşlüğe itiraz eden bürokrat Taif’e sürgün olur, isyan eden halk dinen "öteki" ilan edilir, devletlü hırsızların yerine, hırsızlığa-yoksulluğa isyan edenlerin inançsızlığı gündem olurdu.
Adalet isteyenlere; "zındık, inançsız, mülhit, Kızılbaş, Rafızî" gibi sıfatlar verilerek "defter edilir", sonra kadıdan fetva alınarak "defterleri dürülür" yani idam edilir veya boğularak ırmaklara-göllere atılır kaybedilirlerdi!
Rüstem öldüğünde akıl almaz bir servet bıraktı. 11 milyon akçe para, 1.700 köle, 2.900 at, 1.160 deve, 1.100 altın üsküf, 500 altın eyer, 130 çift altın üzengi, 1.000 çiftlik gibi…
Rüstem, cami, kervansaray, hamam, medrese gibi hayırhah işler de yapardı. Hem Osmanlının en büyük rüşvetçisi, hem en alçak hırsızı, hem de en "dindar" (!) devlet adamıydı…
Biri Tekirdağ´da, diğeri İstanbul´da iki muhteşem cami yaptırmıştı ki, dillere destan…
Hikaye uzun;
Rüstem bu…
O gitti ama bir özelliği kaldı; hırsızlığı…
Hastalandı ama kolay ölmedi…
Ölümü tam bir ibret vesikasıydı…
Bizim oralarda canı yanan insanlar, böyle hain, iblis, hırsız, aynı zamanda kıyıcı adamlarla başa çıkamayınca; "hay bokunla oynayasın" diyerek, beddua ederlerdi…
Rüstem’e de beddua ettiler.
Tebaanın bedduası tuttu ve Rüstem bokuyla oynamaya başladı…
Leş gibi kokuyor, yanına yaklaşılamıyor, koku ve pislikle başa çıkılamıyordu. Bilincini kaybetmiş, akçe merakı dışında hiçbir şey hatırlamaz olmuştu…
Hastalığından ölümüne kadar bokunda akçe arayıp durdu…
Tarih, Rüstem’i hırsızlığı ve bu özellikleriyle kaydetti.
Günümüzün Rüstem’i, Osmanlının Rüstem’ine rahmet okutturuyor…
28.02.2014
Murtaza DEMİR ´´Hay b.kunla oynayasın´´ başlıklı makalesinden derlenmiştir.