Youtube Google+ Instagram Twitter Facebook

Kitap Yakmanın, Aydınları Aforoz Etmenin Kısa Bir Tarihçesi

 10 Mayıs 1933 gecesi, Berlin’de Avrupa’nın Ortaçağ dönemlerinden bu yana tanık olunmayan bir olay yaşandı. Hitler daha dört buçuk ay önce Chancellor olmuştu. Geceyarısına doğru ellerinde meşaleler olan binlerce öğrenci askeri düzen içinde, ünlü Unter den Linden Bulvarı’nda yürüyüşe geçti. Berlin Üniversitesi’nin karşısındaki bir meydanda sonuçlandı yürüyüş.

Meydanda dev bir kitap yığını oluşturulmuştu. Genç öğrenciler ellerindeki meşaleleri birer ikişer kitap yığınına atmaya başladı. Kitaplar kısa sürede tutuştu ve meydanı alevlerin kızıllığı, yanan kitaplardan dağılan kül parçaları doldurdu. Berlin’de o gece yaklaşık 20 bin kitap yakıldı. Benzer sahneler Almanya’nın başka kentlerinde de sahnelenmişti. Kültür katliamının organizatörü Dr. Goebbels idi ve o da meydandaki yerini almıştı. Kitapları yakılan isimler arasında dünyaca ünlü yazarlar vardı:

Thomas ve Henrich Mann, Lion Feuchtwagner, Jakop Wassermann, Arnold and Stefan Zweig, Erich Maria Remarque, Walter Rathenau, Albert Einstein, Alfred Kerr, Hugo Preuus, Jack London, Upton Sinclair, Helen Keller, Margareth Sanger, H.G. Wells, Havelock Ellis, Arthur Schnitzler, Freud, Gide, Zola, Proust…

Goebbels, kitaplar yanarken yeni dönemi ilan etti: ’’Alevler sadece eski düzenin nihai sonunu aydınlatmıyor, aynı zamanda yeniyi ışıklandırıyor.’’

Yeni dönemde kitaplar yakılmakla kalmadı, yasaklandı, kütüphanelerden atılıp imha edildi. 1930’lar Almanyası’nda yaşayan ve kültüre-sanata önem veren herkes, kültürel standartlardaki korkunç düşüşe tanıklık etti.

Almanya’nın yeni yöneticileri sanatın, edebiyatın, gazeteler ve radyonun, sinemanın sadece ve sadece yeni rejime ve onun ideolojik hedeflerine hizmet etmesine karar vermişti.

Berlin’de yayınlanan gazetelerin yayın yönetmenleri, başka yerde yayınlananların Berlin Temsilcileri, Propaganda Bakanlığı’na çağrıldı ve neyi basıp, neyi basmayacakları; başlıkları nasıl atacakları anlatıldı kendilerine.

Yahudilerin sahibi olduğu Vossische Zeitung, The Berliner Tageblatt, Frankfurter Zeitung gibi gazeteler ya kapatıldı ya da tehdit ve şantajla ele geçirildi.

Almanya’daki bütün gazetelerin tek merkezden yönetilmesi, neyi basıp neyi basmayacaklarına Propaganda Bakanlığı’nın karar vermesi sonusu, bütün gazetelere kaçınılmaz olarak tek düzelik, yaratıcılık eksikliği ve kaçınılmaz bir banallik hakim oldu. Düzenin en sıkı destekçileri bile bu boğucu gazetelerden keyif alamaz hale geldi çünkü sonuçta okumak keyifli bir eylemdir.

Sonuç, gazete tirajlarının hızla dibi bulması oldu. Hatta Voelkischer Beobachterve Der Angriff gibi önde gelen Nazi gazeteleri bile tiraj kaybetti. Nazilerin iktidardaki ilk dört yılının sonunda Almanya’da yayınlanan gazete sayısı 3607’den 2671’e düştü. Goebbels bile dayanamayıp sonunda gazeteleri bu kadar boğucu, sıkıcı ve tek düze yapmamalarını talep etti editörlerden ama bu talebi ciddiye alanlardan, haftalık Gruene Post gazetesinin editörünün sonu toplama kampı oldu.

Ancak Almanya’nın özgür ve çeşitli gazeteciliğin sonu, partinin ve yöneticilerinin kazancı haline dönüştü. En azından finansal olarak.

Eğitim de bu gerilemeden payını aldı elbette. Akademi dünyasından beklenen de yeni rejimin ideolojisine hizmette. Dünyaca ünlü akademisyenler fizikçi Albert Einstein ve Franck, kimyacı Haber, Willstaetter ve Warburg siyasi görüşleri veya Yahudi olmaları nedeniyle üniversiteden ya atıldı ya da emekliye sevk edildi. Bu hocaların yerine atanan isimler Alman kimyası, Alman matematiği, Alman fiziği adı verilen dersleri öğretmeye başladı. Sonuç, Alman yüksek eğitiminin çöküşü oldu.

Rejimin ilk dört yılında, siyasi görüşleri veya etnik kökeni nedeniyle üniversiteden uzaklaştırılan akademisyen sayısı 2 bin 800 idi ve bu da toplam rakamın dörtte birine denk geliyordu. Bu isimlerin çoğu önce İsviçre, Hollanda ve İngiltere’ye, sonunda da Amerika’ya göç etti.

Ama ne yazık ki, profesörlerin ağırlıklı bir bölümü Nazi rejimiyle çalışmayı tercih etti. Bunların kimi olup biteni görmezden gelip sessiz kalanlardı, kimi de döneminin ünlü cerrahı Profesör Sauerbruch ve varoluşcu felsefeci Heidegger, sanat tarihçisi Pinder gibi kamu önüne çıkıp Hitler’i ve Nasyonal Sosyalist rejimi destekleme yemini etti.

Profesör Roepke yıllar sonra bu tablo için ’’Fahişelik tablosuydu, Alman eğitim tarihini ağır biçimde lekeledi’’ diye yazacaktı.

Bedeli kaçınılmaz olarak ağır ödendi. Üniversitenin cazibe merkezi olmaktan çıkması sonucu yüksek öğrenimi tercih eden gençlerin sayısında büyük bir düşüş yaşandı. Eğitimin, bilimsel araştırmanın kalitesi dibi buldu. 1937 yılında mühendislik ve fen bilimleri dallarında sadece eğitim gören genç insan sayısında değil, eğitimin kalitesinde de ciddi bir eksiklik ortaya çıkmıştı.
Nazileri ilk başından beri destekleyen kimya sanayinin yayın organı Die Chemische Industrie, eğitimin kalitesindeki bu düşüş yüzünden Almanya’nın kimya sanayindeki liderliğini kaybetmek uyarısında bulunmak zorunda kaldı.

Almanya’nın kaybı, özgür dünyanın kazancıydı elbette. Beyin göçü başta Amerika olmak üzere Batı dünyasının kazancına dönüştü. Sonuçta atom bombasını da Almanya’dan kovulan Einstein ile İtalya’dan kaçan Fermi geliştirdi.

Baskıcı, tekçi, yasaklayıcı düzen gelişimin önünü tıkar, ülkeyi sadece fikren değil, maddi olarak da fakirleştirir. Ülkeyi içeriden değiştirme kabiliyetine sahip insanların göç etmeye başlamasının sonucu üniversiteden sanayiye her alanda görülür.

Farklı fikirlere saygı göstermeyen rejimlerde yaratıcılık gelişemez çünkü böyle rejimlerde insanların önünü açan yaratıcılık değil, lidere bağlılıktır. Orta zekanın parladığı dönemdir bu.
Ülkeler bu tercihin bedelini ağır öder kaçınılmaz olarak. Akademsiyenine saygı duymayan, profesörleri, doçentleri üniversitedeki çalışma odasında gözaltına alan, çalışma kitapların suç delili olarak bakan rejimin sonu Suudi Arabistan olur, Amerika değil.

- Kaynak: The Rise and Fall of the Third Reich, William L. Shirer.

ERGUN BABAHAN makalesinden alıntıdır.

Bu makale 16-01-2016 tarihinden bu yana 1624 defa okunmuştur.